"bırak beni" dedim.
Bu sırada tabii ki ağlıyorum içten içe,ona ağladığımı hissettirmek istemedim.Ama ben yapamıyorum sanırım bu hissettirmemeye çalışma işini, ne kadar çabalarsam o kadar yüklü geliyor..Etraftaki objelerin renkleri havanın içine doğru kayıyor,renk yolu oluşturmaya başlıyordu,evet gözyaşları geliyordu. Artık çok geçti onları durdurmak için, daha fazla güçlü durmaya çalışamayacağım. Böyle zamanlarda en iyi yaptığım şeyi yapmaya başladım,etrafta veya onun üzerinde ona ait olan bir şeye odaklanıp,o eşyanın hikayesini anlatmak kendime..Karşımda konuşuyordu, gereksiz konuşmalar, teselli çabaları,üzgün olduğunu hissettirmeye çalışıp vicdan azabından kurtulma yolları..Ama ben hikayenin ana karakterini arıyorum o sırada. Evet bulmuştum, hırkanın düğmesi..Hırkasının düğmelerinden birinin ipinin rengi diğerlerinden farklıydı..
Havanın rengi tam "pazar günü" rengiydi, ne sütlü kahve ne gri..daha uyanmamıştı,onu izledim, gözlerimi kapatıp,çıkardığı sesleri dinledim,çok rahatsız ediciydi ama güzeldi.Kalkıp,dün aylardır apartmanın giriş kapısından sökülmeyen paslı çiviye takılıp düşen hırkasının düğmesini diktim.Hırka koyu kahveydi ama evde uygun ip yoktu ben de pembeyle diktim..
Hikaye bitmişti ama o hala konuşuyordu,neyse daha anlatabilecek bir çok hikaye vardı nasıl olsa..